4. Kas, 2015

BABAANNEMİN KOLTUKLARI, ANNEANNEMİN FİNCANI...

Eski eşyayı severim. İçinde yaşanmışlık ve her birinin hikayesi bulunur. Hem de bugünün üretimlerinden, hani şu sıkıştırılmış artık malzemenin çakılmış halinden çok daha kaliteli bir malzeme ve işçilik vardır. Yapanın da bir el sanatı, ürettiğine karşı duyduğu beğeni ve sevgi vardır.

Meşhur tahtakurusu deliklerini ilaçlarsın, macun çekersin, ya eski hali ile cilalar kullanırsın ya da güzelce boyasını siler yeniden boyar, cilalar sonra evinin en güzel yerine koyar, misafirlerine anısını anlatırsın. Özellikle de kendi emeğinle bu hale getirdiğin için o eşyalar daha da değerlidir. Ayrıca iktisadiliği desteklediğin, çöpe gitmelerine, parçalanmalarına izin vermediğin için kaynakların kıt kullanımını sağladığından çevrecisindir, güzelim ağaçları kurtaranlardan olursun. Eğer böyleysen ayakta alkışlıyorum.

İster kadın olsun ister erkek, hiç sevmem müsrif insanı. Ev olacak insan bellidir. Hayat ve harcamalar konusunda bir duruşu vardır. 

Çoğu tüketici, sırf birilerinde gördükleri için satın alma davranışlarını yönlendirir. Sonra fikri değişir, hop eşyalar çöpe, gelsin yenisi. Hevesi geçti ya! Bu tip insanlardan çok korkarım; ya yanındaki insana da aynı muameleyi yaparsa?

Babaannemin misafir odasının mobilyalarını kullanıyorum. Hatta bakımlarını yaptırdığım zaman çocukluğu üzerinde geçmiş babam bana "Ne yapacaksın eski püskü şeyleri, alalım yenisini..." demişti. Ben gururla kıvana kıvana, hem de kıyamadan kullanıyorum. Anneannemin ve babaannemin birer fincanı, anneannemin gelinlik mendili, pirinçten rastlık şişesi benim evimin vazgeçilmezleri. Annemin anneannesinin küçücük el tezgahında dokunmuş ipek kadife ve üzeri elde işlenmiş seccade bohçası vs....Benden sonrası mı? Eğer değerini bilecek bir kültürle neslimi yetiştiremiyorsam "benden sonrası tufan!" 

Geçmişe çok saygım vardır. Asla dil, din, ırk ayrımı yapmadan insana insan, emanetlerine miras değeri veririm. Osmanlı da böyleydi, aldığı yerlerde belki dönüştürdüğü yapılar olmuştur ancak ne o yerin kendisini kabul etmiş halkına ne de yapılarına zarar verirdi... Aynı şeyi Atatürk de yaptı. Mübadele sonrası istediği etnik ve dini yapılara kendi istediği şekilde davranabilirdi. Sonuçta Türkiye'nin her karış toprağı kendi tasarrufundaydı. Biz atalarımızdan bu görgü ve kültür ile büyüdük. Burada "büyüdük" derken yalnızca yaşımızı kasdetmiyorum; bilakis kültürel olarak büyümeyi kastediyorum.

Bugün güne bir haberle uyandım. Atatürk Orman Çiftliği'ndeki eski şarap fabrikası olarak bilinen Müze ve Sergi Salonu'nun müze bölümünde saat 02.00 sıralarında sebebi belirlenemeyen bir nedenden dolayı yangın çıkmış. Sebebine değil, ben sonuca bakıyorum.

Yangın kısa sürede büyümüş. Yangını fark eden güvenlik görevlileri itfaiye ekiplerine haber vermişler de kısa sürede olay yerine gelen itfaiye ekipleri yangına müdahale etmişler. Ekiplerin zamanında müdahalesiyle alevler kontrol altına alınmış.

Daha önce şarap fabrikası olarak kullanılan bina, aslına uygun olarak restore edilerek, müze ve sergi salonu haline getirilmiş, Atatürk Orman Çiftliği'nin kuruluşunun 85. yılında, 6 Mayıs 2010 tarihinde hizmete açılmıştı.

En önemlisi de müze ve sergi salonunda Hanri Benazus'a ait Atatürk resimleri koleksiyonundan seçme eserler ile çiftlikte kullanılan eski alet, makine ve ekipmanlar sergileniyordu. Pekçok yer gibi bir kısmet olup da gidip, göremedim, bir daha geri gelmeyecek, kaybedilecek değerlerimizdi, koruyamadık diye gözümden yaş süzüldü. Gerçi bir tek emaneti kalmasa, hayatta olmamız dahi Atamızın bize emanetidir. Asıl yangın kalbimizde...

Atatürk'e sormuşlar: "Atam, zafer elde ettiniz, hala yüzünüz gülmüyor, neden?" Atatürk cevap vermiş: "Asıl savaş şimdi başlıyor!" Asıl savaş, savunma, eğitim, ulaşım, iletişim, ülke stratejileri, dahili ve harici tehditler vs... Dünyaya kaç tane, kimsenin göremediğini ve öngöremediğini gören, böylesi bir VİZYONER gelmiştir? 

Peygamber(S.A.V.) hayatta iken hazırlattığı ancak vefat ettiği için gönderemediği Üsâme komutasında Şam'a sevk ettiği orduya hitaben şöyle söyler:
"Haddi tecâvüz etmeyiniz... Çocukları ihtiyarları ve kadınları öldürmeyiniz. Hurma ağaçlarını kesip yakmayınız. Meyve veren ağaçlara dokunmayınız. Koyun sığır ve deve gibi hayvanları gıdalanmak dışında başka bir maksatla kesmeyiniz..."

Ayrıca Atatürk'ün anılarından,

Bir gün çiftliğe, Akköprü denilen yere gidiyorduk, yanımızda Afet İnan da vardı. O bölgeyi Atatürk’ün talimatıyla özellikle hep yemiş ağaçları dikildiği için buraya Yemişlik adı verilmişti. Ben şoförün yanındaydım, arkadan şoföre “Yavaşla” dedi, yavaşladık, ağır ağır giderken onun arkadan dikkatle etrafı tetkike başladığını gördük. Bir müddet baktıktan sonra şoföre “Geri dön” dedi, döndük, yine yavaş yavaş aynı yoldan giderken o yine dikkatlice etrafı süzüyordu.

Bir müddet sonra tekrar “geri dön, yola devam” dedi. Hepimiz ne oluyor diye şaşırmıştık ki bize doğru döndü ve sertçe “Burada bir iğde ağacı vardı, ne oldu? Ne yaptılar bu ağaca?” diye sordu. Hepimiz bu sefer iyice şaşırdık. Benim bu hususta dikkatimi çok iyi bildiğinden özellikle bana tekrar sordu “Nuri, ne oldu bu iğde ağacına?” Çok şaşkındım, ama hemen toparlanarak, cevabını veriverdim, “Paşam, ben bu yemişlikler dikilirken yoktum, o sebepten bilemiyorum, bilen varsa sorup, öğrenip size malumat veririm” deyince, “Vah vah, gitmiş bizim iğde ağacı, gerisi boş laf” diye cevapladı ve de şoföre “Süüürr” emri verdi, yola koyulduk.( Kaynak: M.Kemal Ulusu, Atatürk’ün yanı başında Çankaya Köşkü Kütüphanecisi Nuri Ulusu’nun Hatıraları s. 121 )
 
Allah, yangını hemen fark eden ve emanetlerimizi kurtaranlardan razı olsun.

Eğer konu büsbütün ihmalkarlık dışıysa kendi adıma, "Kişinin huzur ve sükununu bozma" suçundan Allah nezdinde dava açıyorum. Allah cezasını bilir ve verir.

Allah başta ülkenin bütünlüğü, birlik ve beraberliği için uğraşanlar olmak üzere herkesi, her türlü kaza ve beladan korusun.

Hepimiz adına geçmiş olsun, başka değerlerimize kaza gelmesin. Haydi Türkiye "Süüür!"